27 Nisan 2015 Pazartesi

Bitkileri merak eder misiniz ? ...

 Hiç bitkileri merak ettiniz mi? Baklagilleri; ağaçları; sebzeleri; meyveleri ve daha birçok doğada yaşayan, belki gözle görmediğimiz ama bize faydalı olan canlıları... Ben çok merak ederim de. Merakımı biraz gideren bazı bitkileri anlatan çok güzel bir kitaba rastladım. İsmi: Bitkilerin En Güzel Tarihi, Jean-Marie Pelt; Marcel Mazoyer; Théodore Monod ve Jacques Girardon tarafından yazılmış. Nedret Tanyolaç tercüme etmiş, İş Bankası Kültür Yayınların tarafından 2002’de yayınlamış.


            Kitap da şöyle güzel tesbitler de var: Bitkilerin kaderini anlamak mümkün değil! Bitkiler oksijen üretiyor. Bir başka anlamda, kendisini yiyip yutan; yok eden insanlara ve bazı canlıların nefes almalarına olanak veriyor... Balıktan kuşa, böcekten insana herkes hayatını bitkilere borçlu; et oburlar bile, çünkü onların avları da ot veya tohumla besleniyor!
            Bitkiler, merkezi sinir sistemine sahip olmadıkları için, bizim bildiğimiz anlamda zekaları yoktur. Oysa bazı araştırmacılar, birtakım bitkilerin kendi aralarında iletişim kurduklarını keşfettiler. Çiçekli bitkilerin böcek ve hayvanları kendi çıkarlarına göre yönlendirdikleri biliniyor. Onları yöntemli bir biçimde sadece üç yüz yıldır inceliyoruz.  Üstelik,  hem tanıdığımız; hem yabancısı olduğumuz dünyayı izlememiz için ömrümüz de çok kısa!
            İnsanoğlu, bitkileri hem ihtiyacından,  hem de keyfi olarak seçti. Göç ederken de yanında götürdü. Çıktığı yolculuklardan da yanında yeni bitkilerle döndü. Bütün bu çabaların sonucunda bugün her bahçede 10 000 yıllık tarımın ve tanışmaların tarihi yatıyor.
            Bugün, bizim için çok değerli olan birkaç bitkiyi inceleyelim. Örneğin buğdaydan başlayalım.Buğday, bereket hilali de denilen, bir kısmı Türkiye’nin topraklarını da kapsayan Kuzey Mezopotamyalı... İlk başlarda yabani olarak bulunan buğday, kültüre alınmadan önce çok kaprisli idi! Başaklarında çok az tane vardı... Mevcut taneler de daha hasat mevsimine girerken, kuvvetli bir rüzgarla sağa sola uçuşup, başağın içini boşaltıyorlardı. Böylece insanoğlu, bir sene yolunu gözlediği buğday hasadını, ufacık bir yel esmesiyle tekrar doğaya kaptırmıştı senelerce... Buğday, bin senede Balkan ülkelerine; oradan Akdeniz’e; sonra doğuya, sonra batıya yayılmış ve bin seneler sonra herkesin ekmeği olmuştu. Hala, Çinliler, Japonlar bizim gibi ekmek yemiyorlar, belki dikkatinizi çekmiştir. Ama kendi, ürünleri olan pirinci çok tüketiyorlar, bizim ekmek tükettiğimiz gibi.
            Amerika’daki bazı bilim adamları buğdayın nasıl kültüre alındığını ve bu işlemin kaç sene sürdüğünü merak etmişler. Buğdaygillerden yabani bir bitkiyi kendi ülkelerinde kültüre almışlar. Bitkinin verimli bir kültür bitkisi olması tam 40 sene sürmüş. Bilim adamları bu deney üzerine buğdayın kültüre alınmasının üç kuşak kadar sürdüğüne karar vermişler.
            Ben çocukken “ay çiçeği yağı” diye bir yağ satılmazdı bakkalda. Amerika kökenli
Günebakan, 1970 lere kadar bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilmiş. Gösterişli günebakan çiçekleri Van Gogh’un tablolarına model bile olmuş. Soya’nın anavatanı Çin. Eskiden beri, yağını çıkarır, küsbesini de hayvanlarına yem olarak verirlermiş. Gel gör ki 1972 yılında Amerika, soya piyasasına hakim olmuş, fiyatı artırmak için muslukları kısmış. Bu sefer, insanlar “ucuz yağ” aramışlar ve tarlalar günebakan çiçekleriyle işte böyle dolmuş.
            Üzüm, dünyada kıtaların birbirinden ayrılmadığı dönemden beri var. Bu nedenle hem Avrupa, Asya, hem de Amerika’da var. Vikingler, Kristof Kolomb’dan çok önce Amerika’yı ziyaret ettiler.Üzüm bağlarını güney Avrupa’ya yaptıkları seferlerden tanıyorlardı. Amerika’da görür görmez “aaa bu üzüm” dediler. Hatta, Kızıl Erik’in oğlu Leif,  Amerika’ya “Vinland”, yani Şarap Ülkesi adını takmıştı. 1529’da Kristof Kolomb, Amerika’ya İspanya’dan bağ çubukları götürdü. O çubuklar, büyüdü gelişti, şarap haline geldi. Amaaaaa seneler içerisinde Avrupa ile Amerika arasında gerçekleşen “bağ çubuğu” değişimi “külleme” ve “filoksera” hastalıklarının ortaya çıkmasına neden oldu. Her iki hastalık da senelerce tüm kıtalarda ki çoğu bağların yok olmasına neden oldu. Veeee sonunda onun da çaresi bulundu. Amerika’nın doğasında bulunan “acı bağ çubukları” bağcılığı kurtardı. Şimdi, kökleri floksera hastalığına dayanıklı acı bağ çubuğu tüm dünyada yaygın olarak dikiliyor ve başarılı bir şekilde üzüm yetiştiriliyor.
            Bu arada kendi topraklarımıza bakacak olursak: Asya üzümleri de Rusya’nın ve Çin’in doğu sınırlarındaki Amor Irmağı vadisinden gelmedir. Kafkasya’nın güneyinde ve İran çevresinde 5000 yıl önce bağcılık yapılıyordu. Antik Mısır’da şarap yaygın bir üründü. Bu ülkede üzümleri sıkmak için cendereler, ayrıca süzgeçler, şarap fıçıları ve üzerinde şarabın geldiği yerin ve üreticisinin adının yazılı olduğu amforalar bulundu. Bağcılık ilk olarak Akdeniz çevresinde, Yunanlılar tarafından yayılmıştır. Romalılar da onu Avrupa kıtasının iç taraflarına taşımışlardır.
            Domatesin tuhaf bir yazgısı vardır. 1544 de Mathiolus adında birisinin yazıları sayesinde Avrupa’da tanındığını biliyoruz. Domatese afrodizyak özelliğinden dolayı “aşk elması” dendi daha sonra “altın elma”ya çevrildi. Bugün İtalyanca’da halen domatese pomodoro denir. Bizde de domatesin “panadura” gibi farklı isimleri vardır.
            Domates, Avrupa’da ilgi uyandırmadan iki yüzyıl sürünüp durdu. Ama on sekizinci yüzyılda Napoli’nin güneyinde İtalyan bahçıvanlar, o sıralar “kurt şeftalisi” denilen bu küçük, kırmızı meyvenin kültüre alınması için sistemli bir çabaya giriştiler. Böylece domates, onu Amerika’dan getiren İspanyollar sayesinde değil de, İtalyan bahçıvanlar sayesinde bütün dünyada tanındı. On sekizinci yüzyılın sonundan itibaren, İtalya’da ilk salça fabrikaları kuruldu. Bu tropikal bitki daha soğuk bölgelere de giderek uyum sağladı.
            Zeytinyağı yakın doğuludur. Şeftali ve kayısı Orta Asya’da kültüre alınmıştı. Romalılar şeftaliyi I. yüzyılda İran’dan getirdiler. Araplar, kayısı ağacını sekinci yüzyılda Anadolu’nun doğusunda buldular. Alacakirazlar Avrupalıdır, ama vişne Anadolu kökenlidir. Armut ağacı İskender tarafından İran’dan getirildi, ama armut, daha uzakta Asya’nın merkezinde bir yerde kültüre alınmış olmalı. Aynı şey elma ağacı için de geçerli. Ayva ağacı: İran, Türkmenistan; incir ağacı: Türkiye, Irak;ceviz ağacı: Çin’in güneybatısındaki dağlar; fındık ağacı: Balkanlar ve Hazar kıyıları... Bir tek erik ağacı Avrupa’nın yerlisidir. Kuzey yarımkürede 200 çeşidi bilinir.
            Bu yazıyı daha uzatmak istemiyorum! Patlıcan’ın Hindistan’dan geldiğini ve orada 2500 çeşidinin bulunduğunu; bugün milli yiyeceğimiz olan “kuru fasulye” nin de Amerika’dan geldiğini yazarak bitireyim yazımı.

Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/ adresinde

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

WELAJANS Web sitesi çözümleri; Sizin de bir web siteniz olabilir. ->>> htt:// www.sitepaneli.net